Cafenin kapısı hafifçe aralandı. Calanthe, usulca içeri süzüldü. Kimseyi rahatsız etmek istemez gibiydi. Aslında tek istediği fark edilmemekti. Bazen insanların dikkatini çekmek hoşuna gitmiyordu. Kafedekilere baktı meraklı gözlerle. Paris'e ve tabii bu kafeye uzun zamandır gelmiyordu. Paris'te yaşamıştı yıllardır, ama olan olaylar, onun Kanada'ya dönmesine sebep olmuştu. Masaların ortasındaki boş yere yürüdü. Kahverengi rugan ayakkabılarının topuklarıyla yere sertçe bastıkça, kafenin ahşap zemini hafif çatırdıyordu. Ses... ses çıkarmak istemiyordu oysa o! Görülmek, bilinmek... Fark etti ki, zaten kimsenin umrunda değildi. Bu onu tatmin etmişti.
Camın önündeki küçük, iki kişilik masaya oturdu. Papatya desenli beyaz bir örtü serilmişti masaya. Gayet şık ve tatlıydı. İnsanın içini açan hoş bir dekoru vardı kafenin. Dirseğini masaya dayadı. Soğuktan ve bakımsızlıktan çatlayan ellerini birbirine kenetledi ve etrafı izlemeye başladı. Herkesin derdi, sıkıntısı başkaydı. Kimseyi anlayamıyordu. Herşey saçma geliyordu ona bazı zamanlar. " Herşeyi mantığa dayandırmak mümkün değilmiş demek..." diye mırıldandı. Herşeyi çözebilmişti fakat insan içinden çıkılması imkânsız bir labirentti. Kendini bu düşünceden sıyırdı. Bencil olmak gerekliydi ara sıra, kararında tabii...
Yanına yaklaşan garsona baktı. Bir kot pantolon, bir de üzeri "Cafe Malaeon" baskılı renkli bir t-shirt giymişti. İnsanların dış görünüşüne önem vermek huyu değildi aslında. Önemli olan davranışlardı. Gerisi boş ve gereksiz ayrıntılardan ibaretti. " Ben bir fincan kahve istiyorum... Az şekerli olursa memnun olurum! " dedi akıcı ve kulağa hoş
gelen hafif İrlanda şivesiyle. Garson 'hay hay' deyip kahveyi almaya giderken, Calanthe' de okyanus mavisi gözlerini masanın kenarındaki küçük pencereye çevirdi. Pencerenin fıstık yeşili perdesi kafeye ayrı bir hoşluk katıyordu. Burası ne kadar da şirin bir mekândı. Garson üzeri renkli şekillerle süslü fincana koyduğu kahveyi kibarca masaya bırakıp uzaklaştı. Calanthe, dışarıyı izlemeye dalmış, kendini kafeden soyutlamışken; fincanın çıkardığı sesle irkilerek önüne döndü. Teşekkür etmek için gülümseyerek başını kaldırdığında garsonun yerinde yeller esiyordu. Adam, çoktan kasanın yanındaki satış tezgâhına varmıştı bile. " Bir kere de kibarlık yapmasam..." diye söylendi. En ufak bir ayrıntı onu huzursuz etmeye yetiyordu. Bu lanet olası aşırı mükemmelliyetçiliği ona zarar veriyordu içten içe.
Fincanı kulpundan sıkıca kavradı. Göz hizasına kaldırıp desenlerine baktı. Kafe gibi fincan da şirindi. Kahveden bir yudum aldı. Sıcaktı, dilini damağına değdirdi. Fincanı tekrar usulca masaya koydu. Etrafına bir süre bakınıp bekledi. Biraz sonra, " Artık soğumuştur herhalde. " diye mırıldanarak kahvesinden bir yudum daha aldı. Tahmininde yanılmamıştı. Kahvesi tam isteği sıcaklıktaydı. Kahvesini yudum yudum, tadını alarak içti. Ağzına acı bir tat geliyordu. Kahvenin dibi acıydı. Fincanı masaya bıraktı. Masadaki peçeteliğin arasındaki menü kartonunu yeni fark etmişti. " Neler varmış bakalım... " diyerek bakındı. Kahveden sonra canı bir şey çekmiyordu. Dikkati dağınıktı bugünlerde. Kahvenin fiyatına baktı. Menüyü fincanın yanına bıraktıktan sonra sandalyeye astığı çantasını karıştırdı. Cüzdanını çıkardı, içinden aldığı galleonları masaya bıraktı. Hesabı da ödediğine göre artık gidebilirdi. Bu şirin mekâna Hogwarts açılmadan bir daha gelebilmek tek isteğiydi. Cüzdanı çantasına sokuşturduktan sonra çantayı koluna taktı. Etrafa saf gülücükler saçarak kafeyi terk etti. Bugün mutluydu ve hiçbir şey bu mutluluğu zedelesin istemiyordu!